Content feed Comments Feed


Yoksa savaşı normalleştiriyor muyuz? Bu sadece İsrail’in Gazze’de yüzlerce çocuğu öldürmesinin bedelini ödememesi değil.

Ve kendi Dışişleri Bakanları İsrail ordusunun orada “çılgınca davranmasına” izin verdiklerini söyledikten sonra, bu benim İsrail “Savunma Kuvvetleri”nin bölgedeki diğer tüm ordular kadar ayaktakımı olduğu konusundaki tezimi doğruluyor gibi görünüyor. Ama biz çatışma ve şiddete eşlik etmesi gereken ahlaksızlık duygumuzu kaybediyor gibiyiz. BBC’nin, Filistin’e yardım için yapılan çağrı filmini yayımlamamayı reddetmesi çok yol gösterici. Bu, BBC’nin doğruluğu sorgulanabilecek “tarafsızlığıydı.” Başka bir ifadeyle, bir kurumun korunması çocukların hayatlarından daha önemliydi. Savaş,sözde önceliği insanların acıları üzerine olan seyircilerin dikkatlice gözetledikleri bir seyirci sporuydu –Ortadoğu’da kanlı bir trajedi olsa da daha çok bir futbol maçı gibi-.

Tüm bunların nerede başladığından emin değilim. Kimse İkinci Dünya Savaşı’nın devasa boyutta bir toplu katliam olduğundan kuşkulanmaz, fakat bu savaştan sonra insan varlığını korumak için her türlü kanunu yürürlüğe koyduk. Uluslararası Kızılhaç Protokolü, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği büyük çaptaki çatışmayı sonlandırmak için oluşturuldu. Ve evet, Kore’nin olduğunu (BM bayrağı altında!) ve sonra Vietnam’ı biliyorum, ama sonra ABD Saigon’dan çekilince, “biz” daha fazla savaş yapmadık düşüncesi vardı. Yabancılar gaddarlıkları toplu halde işleyebilirler –akla Kamboçya geliyor- fakat biz olağanüstü batılılar muafız. Biz bunun gibi davranmadık. Belki Kuzey İrlanda’daki düşük yoğunlukul savaş olabilir. Ve İsrail-Arap çatışması durmadan aşındıracaktı. Ama My Lai’nin (Güney Vietnam’da yer alan ve sakinleri Vietnam Savaşı sırasında ABD askerleri tarafından öldürülen köy) geçmişimize gömüldüğü hissi var. Siviller Batı’da bir kez daha kutsanmıştı.

Değişimin ne zaman geldiğinden emin değilim. 1982’deki Lübnan işgali ve İsrail güçlerinin yaptığı Sabra-Şatilla katliamlarında 1700 Filistinli sivili öldürmesinde İsrail’in talihsizliği neydi? (Gazze bu rekoru kaçırdı) İsrail, (her zamanki gibi) “bizim” “teröre karşı savaşımız” için savaştığını iddia ediyor, ama İsrail ordusu bu savaşın olmakla övündüğü şey değil ve katliamlar buna eklenecek gibi görünüyor. (1996’daki Qana ve 2006’daki Marhawine çocukları akla geliyor) Ve tabii ki, her iki tarafı silahlarla hevesle desteklediğimiz 1980-1988 arasındaki İran-Irak Savaşı ve Hama’da Suriye tarafından binlerce sivilin katledilmesi gibi o kadar da önemli olmayan şeyler var.

Hayır, aksine bunun 1991’deki Körfez Savaşı olduğunu düşünüyorum. Tema müziğinin görüntülerle birlikte kullanıldığı ilk savaştı ve ABD askerleri binlerce Irak askerini siperlerinde canlı olarak boğduklarında bununla ilgili sonradan bilgimiz oldu ve fazla önemsemedik ve hatta Amerikalılar toplu mezarların işaretlenmesine dair Kızılhaç kurallarını reddettiklerinde bu yanlarına kaldı. Bu mezarların birçoğunda kadınlar vardı. İngiliz askerlerinin onları gömdüklerini gördüm. Ve Kızılhaç temsilcisine Amerikalılar tarafından kazılmış bir toplu mezarı göstermek için Mutla tepesine çıktığımızı hatırlıyorum ve büyük ihtimalle Amerikalıların burada bıraktığı plastik gelinciğe bakarak, “Çok şey olmuş” dedi.

Uluslararası hukuka ve savaş hukukuna çok şey olduğunu kastetti. Kanunlar ayaklar altına alınmıştı. Sonra sevgili Lordumuz Blair’in savaş yeteneklerini ilk tecrübe ettiği yer olan Kosova’ya ve başka bir katliam çukuruna gelelim. Tabii ki Milosevic kötü bir adamdı. (savaş başladığında Kosovalıların çoğu hâlâ evlerinde olmalarına, Sırplar tarafından evlerinden acımasızca kovulmalarının ardından evlerine döndüler ve savaş hedefi halini aldılar) Ama burada da yine fazladan birçok kuralı çiğnedik ve bunun bedelini ödemedik. Surdulica Köprüsü’nde bombaladığımız yolcu trenini hatırlayın –ve Jamie Shea’nin, filminde pilotun ateşi durdurmak için hiç zamanını olmadığını gösteren ünlü sahnesini- (aslında pilot trene yönelik zaten tren yanıyorken sürdüreceği başka bir bombalama için dönmüştü, ama bu filmin dışında tutulmuş). Ayrıca Belgrad Radyo İstasyonu’na yönelik saldırıyı hatırlayın. Ayrıca büyük şehir hastanesine yönelik saldırıyı. Jamie, “Askeri hedef” dedi. Ve haklıydı. Hastalarla birlikte hastanede saklanan askerler vardı. Askerlerin tümü sağ kaldı. Hastaların tümü öldü.

Ayrıca Afganistan vardı ve tüm bu “sivil kayıplar” ve haritadan silinen bütün köyler ve ayrıca 2003’teki Irak vardı ve öldürülen on binlerce –veya yarım milyon ya da bir milyon- Iraklı sivil. Bir kez daha, en başlangıçta, eski hilelerimize döndük, köprülerin, radyo istasyonlarının ve Saddam’ın saklandığı yer olduğuna inandığımız Bağdat’daki en azından bir sivil arazinin bombalanmasına. Oranın sivillerle tıka basa dolu olduğunu biliyorduk, ama Amerikalılar onu “yüksek riskli” operasyon olarak adlandırıyorlardı -Saddam’ı vuramama riski olduğunu söylemek istiyorlardı- ve 22 sivil öldürüldü. Ben son cesedi, bir bebeğe ait olanı, enkazdan kazınanı gördüm.

Ve önemsiyor görünmüyoruz. Irak’ta savaşıyoruz ve şimdi bir kez daha savaşmak için Afganistan’a geri gidiyoruz, tüm insan hakları ve korumaları bir kez daha ortadan yok olacak gibi görünüyor. Köyleri yok edeceğiz, Afganların bizden nefret ettiğini keşfedeceğiz ve –Irak’ta yaptığımız gibi- bizim için savaşacak daha fazla sabıkalı milis oluşturacağız. İsrail, Güney Lübnan’daki işgal alanlarında benzer milisler organize etti, kafadan çatlak bir Lübnanlı binbaşı tarafından yürütülen. Ama şimdi kendi askerleri “çıldırdı”. Ve BBC kendisinin tarafsızlığı için kaygılanıyor.

Robert Fisk: İngiliz gazeteci ve yazar. The Independent gazetesi Ortadoğu muhabiri. Hayatının 30 yılını Ortadoğu’da geçirdi. “Büyük Uygarlaştırma Savaşı: Ortadoğu’nun Fethi”, “Dönüş Olmadığının İşareti: İngiltere’yi Ulster’de İflas Ettiren Savaş”, “Savaşın Çağında: İrlanda, Ulster ve Tarafsızlığın Bedeli”, “Ulusa Acımak: Savaştaki Lübnan” ve “Savaşçının Çağı: Seçilmiş Yazılar” kitaplarının yazarı.

http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fiskrsquos-world-when-did-we-stop-caring-about-civilian-deaths-during-wartime-1521708.html adresinde yer alan köşe yazısından çevrilmiştir.

Fransa genelinde yüz binlerce emekçi Nicolas Sarkozy’nin ekonomik krizdeki sorumluluğundan hoşnutsuzluğun bir işareti olarak, Perşembe günü postaneleri ve okulları kapatıp ulaşımı yavaşlatarak greve gitti.

Paris’teki St. Lazare Garı’nda LCI televizyonuna konuşan ve bir toptan satış şirketinde sekreter olan 34 yaşındaki Sandrine Dermont, “Bu sabah durakta yarım saat beklemek zorunda kaldıktan sonra yorgun ve üşümüş durumdayım. Ama bu maaşlarımızın ve işlerimizin savunulmasının bedeliyse bunu kabullenmeye hazırım” dedi. Dermont, öğle arasında gösterilere katılmayı planladığını sözlerine ekledi.

Banliyö hatlarındaki faaliyetlerin azalması veya hiç olmamasıyla, birçok metro ve otobüslerin normal sıklığının çok altında çalışmasıyla birlikte başkentte toplu taşıma kaostaydı. Eğitim Bakanı, öğretmenlerin yüzde 37’sinin grev yaptığı değerlendirmesinde bulundu. Ülkenin ikinci büyük kenti Marsilya’da, televizyon metro faaliyeti tamamen dururken otobüslerin e banliyö sakinleriyle tıka basa dolu olduğunu gösterdi.


Fransa genelinde havaalanları düşük kapasiteyle çalıştı ve uçuşlar ertelendi. Paris havaalanlarına giden iki demiryolu hattı tamamen kapalıyken, gelen yolcular uzun taksi kuyruklarında güç durumda kaldı. Ülke genelinde Paris’te öğleden sonra yapılan kitlesel gösteriyi de içeren 200 kadar gösteri planlandı.

Sendikalar hükümeti istihdamı birincil önceliği yapmaya, ailelerin alım gücünü desteklemeye, gelir adaletsizliğini azaltmaya ve bankaları daha sıkı düzenlemeye çağırdı. Bu talepler, hükümet kamu sektöründe çalışanları azaltacak reform planıyla ilerlerken, daha iyi kamu hizmetleri çağrısı yapan halk arasında yankılandı.

Ülkenin sekiz büyük sendikası, neredeyse ülkedeki tüm hizmetleri durduracak bir genel grev çağrısı yaptı, fakat Perşembe öğle vakti Paris metrosu tahmin edilenden biraz daha iyi çalışırken haberler katılımın beklenen düzeyin çok altında olduğunu iddia etti.

Çarşamba günü Le Parisien gazetesine konuşan ülkenin en büyük sendikalarından CGT’nin başkanı Bernard Thibault, “Herkes dünya çapında son 70 yıldır görülmemiş biçimde bir krizin içinde olduğumuzu biliyor. Krizin yaratılmasına emekçilerin payı yok. Krizin sonuçlarından zarar gören tek kesimin çalışanlar olmasını kabul edemeyiz” dedi.

Air France, diğer hatlardaki birçok uçuşunu iptal ederken uzun mesafeli uçuşlarının tamamını sürdürmeye çalıştı.

Devlete bağlı kamu kuruluşu olan Électricité de France ve gaz şirketi GDF Suez çalışanları da birçok banka ve büyük uluslararası şirket çalışanı gibi iş bıraktı.


Paris’teki Institut d'Études Politiques’de sendikal hareket uzmanı olan Guy Groux, sendikaların kamu sektörüne yoğunlaştığını ve özel sektörü desteğini harekete geçirmekte zorlandığını vurgulayarak, “Ancak ekonomik kriz onları bir araya getiriyor. Ve şimdi güçlü bir halk desteği var” şeklinde konuştu.

Le Parisien gazetesi için CSA-Opinion şirketinin yaptığı bir ankete göre, Fransa halkının yüzde 69’u Perşembe günkü grev çağrısını ya destekliyor ya da çağrıyı anlayışla karşılıyor. 21-22 Ocak tarihlerinde ülke genelinde 1007 yetişkin üzerinde yapılan araştırmada hata payı yok.

Fransa ekonomisinin bu yıl içinde yüzde iki küçüleceği beklentisiyle yüz yüze gelen Sarkozy, 26 veya 35 milyar dolarlık bir teşvik paketi açıkladı.

Almanya’da da taşımacılık grevi

Güney ve batı Almanya sakinleri de, devletin sahibi olduğu Deutsche Bahn AG’de çalışan Transnet ve GDBA sendikalarına üye demiryolu çalışanlarının çalışma saatlerini ve ücretleri protesto etmek için uygulamaya koydukları grev nedeniyle sabah saatlerinde rötarlarla yüz yüze kaldılar.

http://www.zmag.org/znet/viewArticle/20408 adresinde yer alan ve David Jolly tarafından yazılan haberden çevrilmiştir.

İsrail’in 3 haftalık Gazze saldırısı süresince savaş suçları işlemiş ve Cenova Konvansiyonu’nu ihlal etmiş olabileceğini gösteren birçok kanıt var ve bunlara İngiliz vatandaşlarının da karışıp karışmadığına dair kaygılar var.

Press TV’den Fareena Alam, gönüllü asker olarak bir dönem İsrail ordusuna hizmet eden bir İngiliz Yahudisi olan Seth Freedman ile konuştu. O zamandan beri işgale dair gözü açılmış.

Freedman: İsrail ordusuna hizmetimin ilk 7 ayını basit ve ileri düzey eğitimlerle geçirdim. Gerçekten Batı Şeria’ya gitmiyorsanız sadece basit şeyleri öğreniyorsunuz. Bu zaman zarfında, ordu tarafından durumu onların istedikleri gibi görmeniz için psikolojik olarak hazırlanıyorsunuz. O noktada tehlike çanları çalmaya başlıyor çünkü Filistinlileri düşman olarak görmeye şartlandırılıyorsunuz. Bethlehem’e götürüldüğümüzde –görev süremizin ilk noktası- şunu gördüm ki durum görmeye şartlandırıldığım gibi siyah ve beyaz değil.

İşgalin güvenliğini gerçekten sağlarken tecrübe ettiğim günlük alçaklıklarımızdan birinde –ateş altında olmadan, özellikle de şiddet olayları içinde olmadan, insanları kontrol noktalarında durmaksızın taciz etmek, insanları arabalarının dışına sürüklemek, evlere içlerinde uyumak için el koymak- “Güvenlik durumunu muhafaza etmek için bunu yapmalısın” şeklindeki ortak hattan ziyade, bunda bir rol oynamayı istemediğimi ve Yahudi halkının güvenliği için zararlı olduğunu fark ettim.

Press TV: Bu durumda işgal gerçeğinin tamamen farkında olmadığınızı mı söylüyorsunuz?

Freedman: Bir anlamda çoğu insanın bihaber olduğunu düşünüyorum. Bir televizyon izleyicisi, tatilci olarak istediğiniz bütün elden düşme fikirleri okuyabilir ya da televizyon haberlerini görebilirsiniz, ancak ta ki İngiltere’deki konfor alanınızın dışına çıkana değin, silahlı biri olarak, Filistinlilerin ya da bihaber kaldığınız her kimse onun gözlerinin içine bakmanız vasıtasıyla bununla, bihaber kaldığınız şeyle günlük olarak yüzleşmeye zorlanıyorsunuz.

Haifa Üniversitesi’nde eskiden savaşmış askerlerle bir çalışma yaptılar ve birçoğunun geçirdikleri şey yüzünden solcu olarak değişime uğradığını tespit ettiler.

Dolayısıyla Batı Şeria’daki hizmetimden aldığım tek güzel şey gözlerimin açılması oldu, bir bakıma o kadar televizyon haberinin hiçbir zaman yapamayacağı biçimde.

Press TV: Bundan dolayı sizi işbirliği yapmayı reddeden biri olarak adlandırmamız doğru olur mu?

Freedman: Ben yabancı bir gönüllüydüm, savaş sırasında İsrail ordusunda 15 ay hizmet etmek için İsrail vatandaşı olmamalısınız, bütün yabancı gönüllüler yedek görevlerden muaf tutuluyor. İsrail’de yaşadığımdan, kanunen, bunu yapabilirdim, ama benim gibi insanlar bir çeşit çatlak arasından akanlardır. Beni, Batı Şeria’da hizmet etmek için çağırmayacaklar, ama yaparlarsa reddedeceğim ve işbirliği yapmayı reddeden kademesine düşeceğim. Benim gibi yabancı gönüllülerin sahip olduğu özel konum nedeniyle şimdiye kadar bu durum ortaya çıkmadı.

İsrail’de yaşamaya devam ediyorum çünkü statükonun değiştirilmesinde bir rol oynayabileceğime şiddetle inanıyorum. Haftada iki kez Guardian’a duruma dair yazılar yazıyorum ve değişim yaratma umuduyla buna benzer söyleşiler gerçekleştiriyorum.

Press TV: Neye dair değişikliklere sebep olmayı umuyorsunuz?

Freedman: Bir arada yaşama doğrultusunda ilerleme görmek istiyorum. Sahip olduğumuz Müslüman ve Hıristiyan komşularımızla sorunumuzun olmadığı Londra’da büyüdüm. Anti-semitizmin mağduru olmadım. İsrailli ve Yahudi’lerin birçoğuna mahsus olan korku taarruzuna burada diasporada maruz kalmadım.

Londra’daki deneyimlerimi burada pratik haline getirmek istiyorum. Tel Aviv’in kenar mahallelerinde, Yahudi ve Araplardan oluşan karışık bir toplulukta yaşıyorum ve Arap komşularımla diyalog kurmaya çalışıyorum, iki toplumu bir araya getiren şeylere, müşterek Yahudi-Arap projelerine katılıyorum. Aynı zamanda Guardian’a yazarak, ne çektiklerine söyleyecekleri bir çıkışları olmayan, sesleri İsrail medyası tarafından duyulmayan Filistinlilere bir ses verebiliyorum.

Press TV: Şu anda IDF’e (İsrail Savunma Kuvvetleri) hizmet eden İngiliz vatandaşları var mı?

Freedman: Hâlâ İngiliz pasaportu taşıyan ama İsrail’de yaşayan birçok İngiliz erkeği var. Hem İngliz hem İsrail vatandaşı durumundalar ve Batı Şeria’da yedek görev hizmet ediyorlar. Dökme Kurşun Operasyonu süresince de Gazze’de hizmet ettiler. Kimsenin bunu gizleyeceğini düşünmüyorum. Size tam rakamlar veremem ama şu tamamen açık ki İsrail nüfusunun büyük çoğunluğu anavatanlarının vatandaşlığından vazgeçmeye mecbur olmayan göçmenlerden ibaret.

Press TV: Özellikle savaş suçları işlenmiş olabilirken, Gazze’deki gibi yabancı bir savaşa katılan İngiliz Yahudilerine dair artan kaygı hakkında ne düşünüyorsunuz? İngiltere’ye döndüklerinde hukuki durumlarla karşılaşabilirler.

Freedman: Eğer işgal altındaki Batı Şeria’da savaşmaya gitmenin savaş suçu işlemekle eş tutulduğu açıkça belirlenirse, eminim ki İngiltere, iddiaya göre Pakistan’a “terörist eğitimi” olarak adlandırdıkları şey için giden Müslümanların gözaltına alınması benzeri engelleyici önlemleri aynı şekilde hayata geçireceklerdir.

Bunun yapılması gereken açık bir tartışma olduğunu düşünüyorum. İsrail benzersiz bir ülke. İngiliz, Fransız, Güney Afrika, her nereden geldiyseniz oranın vatandaşlığından vazgeçirmeden size vatandaşlık veriyor. Bu İsrail’i aslında paralı asker istihdam ettiği suçlamasına açık hale getiriyor. Özellikle hiçbir zaman gerçekten İsrail vatandaşlığı almamış gönüllü katılımcılar yönünden. Buraya geliyorlar, savaşıyorlar ve sonra hiçbir şey olmamış gibi kendi ülkelerine dönüyorlar. Bundan dolayı bu tartışılması gereken bir konu.

Ancak buraya hizmet etmeye gelenlerin heveslerini anlıyorum. Bu savaşılacak savaş aramak için tüm dünyayı gezmek gibi siyah-beyaz değil. Aynı fikirde olmasam bile neden İsrail’in ilk önce kurulduğu gerekçesiyle bağlantılandırılan motivasyonlarını anlıyorum.

Press TV: İsrail’e hizmet etmeye giden İngiliz Yahudileri ile karşılaştırıldığında, iddialara göre yabancı cephelerde savaşmak üzere giden ve işlem gören İngiliz Müslümanları engelleyen bir çifte standart görüyor musunuz?

Freedman: Sadece İngiliz Müslümanlarına odaklanan, İngiliz Yahudilerine odaklanmayan bir çifte standardı soruyorsanız, elbette bir çifte standart var. İngiliz Müslümanları, İngiliz Yahudileri veya herhangi biriyle ilişkisi olan farklı bağlılıklara dair bir meseleniz var. Eğer bir savaşta savaşmak için gidiyorlarsa, geleceği yeterince tahmin ediyorsanız, sonuçta Afganistan’da olsa da veya İsrail güçleriyle çatışmanın birçok çeşidinin olduğu Gazze’de barış koruyucusu olarak konumlanan İngiliz güçleri olsa da, İngiliz güçleri için savaşmayı bırakacaklar.

Eğer insanlar doğdukları ülke (şu anki İngiltere) olmayan bir ülke için savaşmaya gidiyorlarsa, bu tartışmayı geniş kapsamlı biçimde yapmalısınız. Yalnızca bir grup insana odaklanamazsınız.

Press TV: Gazze’deki son çatışmalarla bağlantılı olarak İsrail’deki ruh hali nedir?

Freedman: Dökme Kurşun Operasyonu’yla ilgili fikirlerde muazzam çeşitlilik var. Bazılarının sonuçta bir saldırı başlatıldığı gerçeğiyle sorunu var ve diğerlerinin de Gazzelileri hedef alan saldırının derecesiyle ilgili sorunu var.

İsrail’de, tamamı İsrail vatandaşı olan Yahudi ve İsrailli Araplardan oluşan büyük bir aşırı sol eylemci grubu var. IDF’in ve devletin eylemlerine karşı düzenli olarak gösteri yapıyorlar. Ama bütün İsraillileri savaş destekçisi olarak betimleyerek yanlış fikir veriyorlar. IDF’in Gazze’de yaptıklarına geniş bir destek var ama bu durum, çoğunluğu büyük şehirlerden olan ve yapılanlara muhalefet eden gerçekten büyük bir nüvenin olduğu gerçeğini önemsiz hale getiremez.

http://www.presstv.ir/Detail.aspx?id=84069&sectionid=3510302 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Yeşiler Partisi’nin Kasım ayında gerçekleştirilen ABD Başkanlık Seçimleri’ndeki başkan adayı ve aynı zamanda ülkenin ilk siyah kadın başkan adayı olan Cynthia McKinney, ABD Devlet Başkanı Barack Obama’ya yazdığı bir mektupla, tutuklu politik aktivist-Kızılderili Leonard Peltier’e geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen saldırıya dikkat çekti ve Peltier ile birlikte tüm politik tutsakların serbest bırakılmasını istedi:

“Sayın Başkan, geciktirilmiş adalet reddedilmiş adalettir. Leonard Peltier’in ailesi, Peltier’in tutukluyken acımasızca dövüldüğünü bildirdi. Peltier, serbest bırakılmalı. O, adaletsizliğin ve cezaevinde kötü muamelenin evrensel sembolü haline geldi. 1970’lerde tutuklanan Peltier’e hiçbir zaman adil yargılama yapılmadı. Şimdiye kadar örnek bir mahkum oldu. Nisan ayında şöyle yazmıştı: “Ölmek için yatmak veya yaşamak için ayağa kalkmak seçenekleri sunulduğunda biz yaşamayı seçtik. Peltier’i yaşatın. Lütfen Leonard Peltier’i derhal serbest bırakın.”

Başkan Obama’ya verdiği umudu ve söz verdiği değişimi gerçekleştirmesi için mesaj yollamak kolay. Şimdi bizim için eylem zamanıdır.

Maalesef, Başkan şimdiden Pakistan’da devam eden bombalamaya izin veren bir emri imzaladı ve Afganistan için söz verdiği asker artışına başlanıyor. Bunun hepimiz için anlamı daha fazla savaştır.

Eğer gerçek ve devamlı bir barışa sahip olacaksak, bu şimdiden netleşmeli ki bunu, seçim tercihlerimizi bize sadece birinin sunulduğu çok yönlü ve son derece düzenlenmiş halkla ilişkiler kampanyalarına hapsederek kazanmayacağız. Gerçek ve devamlı bir barış ancak adaletle gelecektir. Peltier, Mumia (Abu Jamal), Sundiata (Acoli), Mutulu (Shakur), Imam El-Amin, Porto Rikolu politik tutuklarımızı ve daha birçoğunu içeren politik tutuklularımızı serbest bırakmak, sadece adalet ve ülkemizin şiddetle ihtiyaç duyduğu uzlaşma yolunda bir teminattır.

http://www.independentpoliticalreport.com/2009/01/cynthia-mckinney-president-obama-let-leonard-peltier-live/ adresinde yer alan açıklamadan yararlanılarak çevrilmişti.

Leonard Peltier’e yapılan saldırıya dair kardeşinin yazdığı açık mektup için:

http://www.gercegingunlugu.blogspot.com/2009/01/leonard-peltiere-cezaevinde-saldr.html


Lincoln Anıtı açılışı öncesinde Barack Obama için verilen konserde birçok ilginç, bağımsız film yıldızı ve tatlı eğlence simgelerinin arasında Tiger Woods, West Village’daki George Will gibi göze çarptı. Değişim hakkında konuştu. Normalde, Tiger Woods siyaset dünyasına Dick Cheeney’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne baktığı taraftan bakar: korkutucu ve her ne olursa olsun kaçınılmalı. Muhtemelen daha önce ülkenin başkentinde elinde golf sopası ya da giysilerinde Nike logosu olmadan bulunmamıştı. Göreve başlama töreninde hazır bulunması garip bir şekildeydi ve çok uydurmaydı.

Barack Obama birçok kez Tiger Woods ile karşılaştırıldı. Çok ırklı adamlar olarak beyazların ağırlıkta olduğu alanlarda başarılar elde ettikleri geçmişleri, uyuşuk makale yazarlarının gözden kaçırmaları için fazla cazipti. 2008 genel seçim sürecinde McCain destekçileri bile bu karşılaştırmayı kabul ettiler. Nisan’da David Bellavia isimli eski bir kıdemli başçavuş, sağcı eski askerlerin bir toplantısında, “Siz Tiger Woods’unuz olabilir, bizim Senatör McCain’imiz var” demişti. İşte Woods, çemberi kareledi ve fikrini söylemek için Washington’a geldi.

Öncelikle, onu orada görmekten memnun oldum. Ben, çoğunluğun tarihin en büyük golf oyuncusu saydığı süperstarın eleştiricisi olmuşumdur, çünkü genellikle siyasetten kaçınmasına rağmen, ihtiyaç duyduğu desteğe hizmet ediyorsa politik imgeleri sık sık aldırış etmeden kucaklıyor. Woods bazen, genç bir adam olarak ülke genelindeki kulüplere kolaylıkla girmesini olası kılan yurttaş hakları hareketlerini bile metalaştırmak için çabalıyor.

En yüz kızartıcı olanı, dünyanın farklı ülkelerinden bir araya gelmiş çocukların , kendilerinin de Tiger Woods olabileceklerini söyledikleri, “Ben Tiger Woods’um” reklamları. Bu reklam, Spike Lee’nin Malcolm X filminin finaline dönerek, ABD ve Afrika’dan siyah çocukların ayağa kalkarak “Ben Malcolm X’im” demelerine kulak veriyor. Fred Hampton’ın plis tarafından katledilmesine dair bir Kara Panter (Black Panther örgütü) filmindeki, bir çocuğun diğerinin ardından “Ben Fred Hampton’ım” dediği sahneden esinlenmiş. Eğer Woods bir Nike ürünlerini satarken, siyah özgürlük mücadelesini istismar etmeye yeterince uygun zannediyorsa, bunu daha ilgili yöntemlerle de vurgulamalı. Bu nedenle Woods’un “Ulu Azat Edici”nin gölgesinde görünerek borcunun altında kalmamaya deneyeceği konusunda umutluydum. Basın, Woods’un konuşmasına dair eleştirilerinde mest olmuş durumda. The Oregonian gazetesinden John Canzano şöyle yazmış:

“Pazarlama sermayesi hakkında ırk, inanç, siyaset, insan hakları şöyle dursun, golfçü kadınlara dair bile görüş belirtmeyi reddedecek kadar çok endişeli olan eski Woods yalan oldu. Woods, ülkenin geleceği hakkında, ülkesine bağlılığını ve sevgisini gösteren babasının ordudaki arkadaşları hakkında akıllıca konuşan bir adamla yer değiştirdi.”

Daha sonra da 33 yaşındaki Woods’u “reşit olması” nedeniyle övüyor. Ama konuşmanın gerçek içeriği açık çay gibi ılık, son 50 yıl boyunca bir zamanda herhangi bir Cumhuriyetçi veya Demokrat tarafından verilebilecek askerleri destekleyen nazik bir övgü. Woods şöyle dedi:

“Her gün ve özellikle bu tarihi günde, üniformaları içinde ülkemize hizmet eden ve özgürlüğümüzü koruyan kadın ve erkekleri saygı gösteriyoruz. Tıpkı ülkemiz için uzun süre direndikleri gibi biz de hep yanlarında olmalıyız ve üniformaları içinde erkekleri kadınları ve onların ailelerini desteklemeliyiz.”

Bu konuşmayı politik bir öne çıkış daveti olarak övmek, barı (demir çubuğu) bir uğurböceğinin bile altında belli olmayacağı kadar çok alçağa ayarlamaktır. Woods aynı zamanda babası hakkında, Vietnam’da iki devre hizmet etmiş bir eski asker hakkında konuştu. İronik olan şu ki Earl Woods daha sonra ülkesine Asyalı eşiyle dönmüş ve oğlu Eldrick’in yeni Gandhi olmak için golf kariyerine eğilimi olacağını hayal etmiş. Gandhi olsaydı Tiger’ın yaptığı konuşmayı tekrarlayacağını düşünmüyorum.

Woods’un sözlerine dair en rahatsız eden şey şu ki bu sözler askerlere değil, ordunun kendisine yönelik kapsamlı övgülerdi. Bu neredeyse bir asker toplama için yapılan kur. Woods, ABD Deniz Harp Akademisi korosunu sunmadan önce, “Ben hayatını ülkesine, ailesine ve ordusuna adamış bir adamın oğluyum ve bunun için daha iyi bir insanım” dedi. Pentagon’un, tüm aktif görevli veya yedek asker sayısının, Kara Kuvvetleri Ulusal Muhafız Birlikleri ile birlikte 2004’ten beri ilk kez hedeflerini karşıladığını veya aştığını dair açıklamasıyla rahatlayamayacağım. Ana sebep? Depolama ekonomisi.

ABD’nin iki cephede birden savaştığı, Pakistan’daki bir başkasıyla da flört ettiği ve Gazze’deki katliamı dolaylı olarak finanse ettiği bir zamanda, militarizm karşı hareketleri inşa etmeye ihtiyacımız var, sadece Obama görevde diye veya Tiger Woods öyle dedi diye Pentagon’u teşvik etmemeliyiz. Teşviklerimizi, hepsi kaçamak sözler kullanmaksızın “Askerleri evlerine getirin” diyen Muhammed Ali, John Carlos, Steve Nash, Etan Thomas ve Barış İçin Birleşmiş Atletler’in yolunda yürüyenlere saklayalım.

Dave Zirin: “ABD’de Sporun Halk Tarihi” kitabının yazarı, yazıları her hafta Edge of Sports isimli sitesinde yayımlanmakta.

http://www.zmag.org/znet/viewArticle/20396 adresine yer alan yazıdan çevrilmiştir.

Fransa’da yaşayan on binlerce Tamil, Paris’teki Pakistan Büyükelçiliği önünde toplanarak Pakistan’ın Tamilleri öldürmesi için Sri Lanka’ya askeri malzeme göndermeyi durdurmasını talep etti. Göstericiler ayrıca Pakistan’ı, Sri Lanka’nın Tamillere karşı 30 yıldır sürdürdüğü soykırım benzeri savaşı askeri ve lojistik anlamda desteklemesinden dolayı şiddetle kınadılar. Son iki gün içinde, Sri Lanka’nın kuzeyinde hükümet güçleri tarafından “güvenli bölge” olarak belirlenen Vanni bölgesindeki Mullaitivu eyaletinde, Pakistan tarafından verilen silahların yoğun biçimde kullanıldığı bombardımanında aralarında bebek ve çocuklarında bulunduğu 400’e yakın sivil ölürken binden fazlası da yaralandı.

Protesto yürüyüşünün katılımcıları Vanni’deki, ülkenin doğusundaki ve diğer bölgelerindeki Tamillerin, Seylanlıların öncülüğündeki Sri Lanka Güvenlik Güçleri tarafından sürdürülen acımasız savaş içinde bulunduğu vahim durumu anlatan bayrak ve dövizler taşındı. Yürüyüşte “Sri Lanka Tamiller soykırım yapıyor”, “Sri Lanka’daki savaşı durdurun”, “Sri Lanka’nın Tamilleri öldürmesine yardım etmeyin”, “Tamillerin özerklik hakkını tanıyın” gibi dövizler taşındı.


Eylül ayından beri 400 binden fazla Tamil ordunun top atışlarından, hava ve kara saldırılarından kaçarken evlerinden edildi. Sri Lanka ordusu Ekim ayında uluslararası yardım örgütlerine bölgeyi boşaltma emri verdi ve mültecilere ulaşabilecek yardımlar üzerinde ağır kısıtlamaları yürürlüğe koydu. Sri Lanka 500 kilometrekare civarındaki alana 50 binden fazla asker yığınağı yaptı ve sivilleri Pakistan, Çin gibi ülkeler tarafından bağışlanan savaş uçakları ve füze atarlarla bombalıyor.

Velupillai Prabhakaran önderliğinde, Sri Lanka’nın kuzey ve doğusunda Tamil halkı için 1976’dan bu yana sosyalist bir devlet kurma mücadelesi veren Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları’na (LTTE) yönelik Sri Lanka ordusu tarafından başlatılan son saldırıda Tamillerin kontrolündeki birçok bölge hükümet güçleri tarafından ele geçirilirken, Sri Lanka hükümeti durumun “iç savaşın sona ermesinin işaretleri” olduğunu iddia ediyor. Tamil Kaplanları ile Sri Lanka hükümeti arasında 2002 yılında imzalanan ateşkes anlaşması, Ağustos ayında hükümet güçlerinin düzenlediği saldırılar ile sona ermişti. LTTE, dünyanın en organize gerilla örgütlerinden biri olarak tanımlanıyor.

http://www.tamileelamnews.com/news/publish/tns_10902.shtml adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.


Hükümetimiz Afganistan’a neden fazladan 30 bin ABD askeri gönderiyor? Şimdiye kadar, Obama hükümetinin üyelerinden hiçbiri bu soruyu yanıtlayabilecek gibi görünmüyor. Geçen hafta, The Nation’dan (ABD’de yayımlanan haftalık bir dergi) Robert Dreyfuss Savunma Bakanı Robert Gates’e ve Amiral Mike Mullen’e, Afganistan’daki birlik sayısının neden ikiye katlanmaya çalışıldığını sorma şansını buldu. İkisi de Afganistan’daki savaşla ilgili 3-5 yıllık bir zaman dilimi açısından düşünülürken, şu anki hedeflerinin belirsiz olduğunu söylediler. Dahası, bu fazladan tugayları gönderme konusunda son karar henüz verilmedi.

Dreydfuss’un söylediği gibi, gerçek şu ki son kararın henüz verilmemesi kilit nokta, çünkü bu 30 bin fazladan askerin neyin üstesinden gelmesinin imkân dahilinde olduğu ile ilgili çok ihtiyaç duyulan kamusal tartışmaya kapıyı hafifçe aralıyor. Ele alınması gereken sorunların büyük kısmı şu ki, bu ekstra birlikler yalnız başlarına Afganistan, Pakistan ve ABD için devamlı bir barışı güvence altına alabilecek mi? Bu büyük oranda ihtimal dışı görünüyor, isyancıları hedef alan her askeri operasyon göz önünde bulundurulursa -15 militanı ve 16 masum sivili öldüren dünkü gibi- sadece ABD’ye karşı Afgan öfkesinin şiddetini körükler.

Evimizdeki ekonomik krizi ve bu savaşın faturasının çoğunun borç para ile ödendiğini göz önünde bulundurursak, bu artışın faturasını nasıl karşılamayı planladığımızı sormalıyız. Ve on binlerce fazladan asker teslim etmek savaş yüzünden mahvolmuş yüzde 40’ı işsiz ve 5 milyondan fazlası açlık sınırının altında olan bir ülkeye yardım etmenin en iyi yolu mu? Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde Afganistan uzmanı olan Karin von Hippel gibi artış destekçileri fazladan 30 bin askerin psikolojik etki yapacağını ileri sürüyor. Fakat insani yardım göndermek, iş yaratmak ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un son olarak adlandırdığı şekliye Afganistan’ı bir “narko-ülke” (uyuşturucu tekellerince kontrol edilen ülke) olmaktan kurtarmak daha derin psikolojik etki yapmaz mı?

Belki de Boston Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü ve “Gücün Sınırları: Amerikan Ayrıcalıklarının Sonu” kitabının yazarı olan Andrew Bacevich, 25 Ocak tarihli New York Times’ta en iyi şekilde ifade etti:

“İşlerin yanlış yöne yönlendiğine dair net bir fikir birliği var. Benim için belirsiz olan şey, 30 bin fazladan asker gönderilmesinin bu durumu değiştirmek için neden olmazsa olmaz adım olduğu. Benim anladığım müttefik kuvvetlerin Afganistan’daki daha büyük amacının, modern birleşik Afganistan gibi gösterecek yaşam biçimini getirmek olduğu. Bu gerçekçi olmayan bir hedef olabilir. 30 bin fazladan asker göndermek paraları ve hayatları fare deliğine atmak olabilir.”

Parayı ve hayatları bir fare deliğinin içine atmak, aslında Afganistan’da kaç askerin gerektiğini matematiksel olarak çözen Derrick Crowe’un Daily Kos’ta kurduğu şey. Crowe, ordunun kendi standartlarına göre Afganistan genelinde isyanı bastırmanın 655 bin askeri gerektirebileceğine işaret ediyor veya ordunun basitçe 14 milyon Peştun gibi destekçi akınının peşinden gitmeyi istemesi halinde hâlâ 230 bin askerden söz ediyoruz.

Sorun buysa, o halde neden 30 bin asker gönderiyoruz? Bu bizi, bunun uzun süreli, Vietnam bataklığı boyutlarındaki kazanılamaz savaşın sadece başlangıcı fikrine alışık hale mi getirecek? Başkan Yardımcısı Biden, vahşi biçimde Afganistan’da başlangıçtaki askeri gerginlikteki kayıplara göre “yükseliş” olacağını belirledi. Şu ana kadar sadece 2008’de 155 olmak üzere 600’den fazla ABD askerini kaybettik, binlerce Afgan sivil kaybı hakkında bir şey söylemiyorum bile. Bu “yükselişte” ne kadar kişinin daha öleceğini tasavvur edin. Artışın her aşamada neye mal olacağını tasavvur edin ve ondan sonra tartışmayı bırakıp etraflıca bir çözüm düşünmeye başlayın.

Orijinalini kaleme alan: ZP Heller

http://towardfreedom.com/home/content/view/1517/1/ adresinde yer alan yazıdan çevrilmiştir.


Filistinli ve Lübnanlı direniş gruplarını eğittiği iddia edilen Venezüella, Lübnan ve Filistinli gruplarla bağlantısı olduğunu reddetti.

Venezüella Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro, AFP’ye yaptığı açıklamada Filistin’den Hamas ve Lübnan Hizbullahı ile resmi ilişkileri olmadığını belirterek, “İlişkimiz olsaydı pekâlâ söylerdik. Caracas’ın şu anda Müslüman dünyası ile şeffaf bir ilişkisi var” dedi. İsrail gazetesi Haaretz, Pazartesi günü Hamas ve Hizbullah savaşçılarının Venezüella’nın “aktif ve açık” desteğinden yararlandığını iddia etmişti. Devlet Başkanı Hugo Chavez’i sözde destekten sorumlu tutan haberde, Caracas’ın Hizbullah savaşçılarına eğitim sağladığı da iddia edilmişti.

Gazete, haberine kaynak olarak ABD siyasi danışmanları ve yazarları Douglas Schoen ve Michael Rowan tarafından yazılan “Eve Yakın Tehdit: Hugo Chavez ve Amerika’ya Karşı Savaş” isimli kitabı göstermişti. Kitabın yazarlarından Schoen, kitabın piyasaya çıkmasının ardından 14 Ocak’ta, “Chavez uzun süredir kötü bir aktör ve Hamas’ın Gazze Şeridi’nde İsrail’le yaptığı savaşı saldırganca destekliyor. İsrail’in yaptığını soykırım olarak adlandırıyor” diye konuşmuştu.

Eski başkanlık danışmanı Schoen aynı zamanda, ABD Başkanı Barack Obama’nın Venezüella’yı “ait olduğu, terörü destekleyen ülkeler listesine koyacağını” ummuştu.

Nicolas Madura, titizlikle harekete geçiren iddialara karşılık olarak hükümetlerinin “tamamen ve kesinlikle” inanç eşitliğini garanti altına aldığını belirterek, Tel Aviv’in dini inancının arkasına saklanmaması gerektiğini sözlerine ekledi.

http://www.presstv.ir/detail.aspx?id=83951&sectionid=351020704 adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.


Aşağıda, önde gelen İngiliz sosyalist siyasetçi, eylemci ve eski bir İşçi Partisi milletvekili olan Tony Benn ile kamunun finanse ettiği BBC’nin, Gazze’deki insani krizi dindirmek için yardım toplamayı amaçlayan bir yardım çağrısını yayımlamamaya dair tartışmalı kararı üzerine özel bir Press TV mülakatı yer alıyor:

Press TV: BBC’nin kararından dönmemesine şaşırdınız mı?

Benn: Evet. Döneceklerini düşünmüştüm, çünkü durum çok karşı konulmazdı. Bakın, BBC bu insani çağrıyı yayımlarsa İsrail’e karşı Filistinlilerden yana taraf olmuş gibi görünecekmiş gibi davrandı. Tabii ki bununla ilgisi yok. Bu insani bir mesela: 1330 insan öldürüldü, bunların 460’ı çocuk ve birçoğu kadın.

Yıkım, oraya gittiğinde BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’u şaşkına çevirdi. Bana göre bu utanç verici bir karar ve bundan döneceklerini ummuştum, çünkü iki Devlet Bakanı onlara çağrıyı yayımlamaları çağrısı yaptı.

Canterbury Başpiskoposu ve York Başpiskoposu, İngiliz Başpiskoposlarından en kıdemli ikisi de aynı çağrıyı yaptı. BBC Genel Müdürü Mark Thompson, bana göre bizzat, birkaç yıl önce eski İsrail Savunma Bakanı Ariel Sharon’un ziyaretine gitti. Bu, herkesin BBC’den beklentilerinin tamamen aksine.

Press TV: Peki, onlar tabii ki bunu yayımlamalarının tarafsızlıklarını tehlikeye atacağını söylüyorlar ve şimdi Sky News tabiri caizse aynı derecede çoğunluğun görüşüne (sürüye) uydu. Onların savunacakları bir şey var mı?

Benn: BBC’ye muhalefet, neredeyse bugün tüm gazeteler çok güçlü, bu şekilde güçlü oldukları bir durum (zaman) hatırlamıyorum. Dile getirmeniz gereken bir politik şey BBC’nin bunu tartışmaya meydan vermemek için yaptığını söylemesi, ama BBC kendi davranışıyla ilgili devasa bir tartışma başlattı, söylemek istediğim, haberler hakkında daha önceki maddenize gelirsek, İngiltere’de İsrail politikalarına muhalefet hiç görmediğim kadar. Filistinlilere destek ve sempati ise hiç görmediğim kadar yüksek.

Böylece bu savaş İsrail’e herhangi bir şekilde yardım etmedi ve Filistinlilerin işgal altında bir ülke oldukları ve BM tarafından bile tanınmadıklarına dair görüşlerini anlayan çok daha fazla insana rastlayacaklar.

Press TV: Gazze’deki savaş üzerine geniş kitlelerin iğrenmesinden ve şahit olduğumuz neredeyse benzeri görülmemiş kitlesel gösterilerden bahsedersek, bu geniş öfkenin arkasında ne olabilir? Bu belli ki BBC gibi bilinen kuruluşlar tarafından yayımlanan haberlerden kaynaklanmıyor.

Benn: Evet, şüphe yok ki Gazze’deki savaşa dair yayımlanan haberler, İsraillilerin hiçbir muhabirin Gazze’ye gitmesine izin vermemesine, televizyon ekiplerinin hareketlerini yasaklamasına ve benzeri şeylere rağmen, aldığımız haberler İsrail’in meydana getirdiği yıkımı ve zalimliği gösterdi.

Bu bakımdan, Irak savaşının başında meydana gelen ve savaş karşıtlığını daha da karıştıran buydu, çünkü Irak çok uzaktaydı ve insanlar hakkında çok şey bilmiyordu.

Ama herkes İsrail ve Filistin’e dair bilgi sahibi, bu nedenle yayınlar Hamas’a ve Filistinlilere destek olmak konusunda çarpıcı fikir değişikliği üretti.

Press TV: BBC gibi kurumları İsrail-Filistin meselesi konusunda böylesine hassas yapan nedir? Bu çağrıları daha önce birçok bölge için, Afrika için, tsunamiden sonra Kongo için yaptık. Hiçbir zaman politik ve insani meselelerin karışımı değildi.

Benn: Evet, bu güzel bir soru. BBC’nin yayınlarının Filistin karşıtı, İsrail yanlısı olduğunu ifade eden görüşleri paylaşıyorum. Örneğin, ne zaman bir Filistinli öldürülse, BBC “Filistinli bir militan” diyor. İsrailli militanlardan hiç bahsetmiyorlar, hep Filistinli militanlar.

Hamas üç yıl önce Filistin seçimlerini kazandığında ve dolayısıyla o anlamda Filistin’in belirlenmiş hükümetini, BBC tarafından küçük bir tanıma olmuştu. Eski ABD başkanlarından Jimmy Carter geçen sene Gazze’ye gitti ve İsrail’in kesinlikle “ırkçı devlet” olduğunu açıkladı.

Meydana gelenin BBC’nin geride kalması olduğunu düşünüyorum ve şimdi Bush gitti, Obama’nın Filistin sorununda benimseyeceği politika henüz net olmamasına karşın

İngiliz hükümeti biraz daha fazla cesaretlenecek gibi görünüyor.

http://www.presstv.ir/detail.aspx?id=83892&sectionid=3510302 adresinde yer alan söyleşiden çevrilmiştir.


İsrail’deki futbol maçları Gazze saldırısı süresince ertelendi. Maçların geçen hafta yeniden başlamasının ardından taraftarlar yeni bir tezahüratla ortaya çıktı: Kalabalık “Gazze’deki okullar neden hâlâ kapalı?” diye bağırıyor. Karşıdan ise “Çünkü bütün çocuklar yere serildi” cevabı geliyor.

Katışıksız barbarlığı bir yana, tezahürat İsrail’in Gazze’de etkileyici bir zafer kazandığına dair İsrail Yahudileri arasındaki inancı yansıtıyor-ölü sayısıyla ölçülen bir zafer-.

İsrailli pilotlar ve tank amirleri evlerinde saklanan ya da BM okulu barınağına tıkışan yetişkin ve çocuklar arasında ayrım yapmadılar, derhal tetiğe basmayı seçtiler. Bu nedenle öldürücü saldırının arkasında bıraktığı 1314 Filistinli ölümünün 412’sinin, yaklaşık üçte birinin çocuk olması hiç şaşırtmadı.

Bu son saldırı İsrail’in –Hamas’tan farksız olarak- kolayca şiddete başvurduğunun ve sivillerle savaşçılar arasında ayrım yapmadığının altını çizdi (sadece İsrail’in kullanımındaki silahlar çok daha öldürücü). İsrail hükümetinin basit bir biçimde ceset sayılarıyla, özellikle de aralarındaki çocukların sayısıyla makul gösterilemeyecek son Filistinli ölümleri için birçok kez Hamas’ı sorumlu tutmayı denemesinin önemi yok. Ölümlere ek olarak, 1855 Filistinli çocuk yaralandı ve muhtemelen on binlercesi travmatize oldu, birçoğu ömür boyu.

Tüm çocukların bir öyküsü var. Bedevi bir arkadaşım yakın zamanda Gazze’deki akrabalarını anlatmak için aradı. Kuzenlerinden biri, komşularında yiyecek bir şey kalıp kalmadığına bakması için 5 yaşındaki kızının yakınlardaki bir eve gitmesine izin vermiş. Kız, açlıktan ağlıyormuş. Caddeyi geçmeye başladığı anda yakınında bir füze patlamış ve uçuşan şarapneller kızı öldürmüş. Annesi o zamandan beri yatağa bağlanmış, ağlıyormuş ve “Kızımın aç ölmesine izin verdim” diye çığlık atıyormuş.

Kanlı saldırı yeterli değilmiş gibi, İsrail güvenlik güçleri İsrail’deki Arap nüfusu arasında düşmanlık alevini yaymaya çok hevesli görünüyor. İsrail’in yüzlerce Filistinli yurttaşı, İsrail saldırısını protesto ettikleri için gözaltına alındılar ve 200’den fazlası hâlâ tutuklu. Bu gözaltıların öuhtemelen yüzlerce çocuğun daha sahik olacağı psikolojik etkilerini örnekle anlatmak için bir olay yeterli.

Ateşkesten birkaç gün sonra, siyah kar maskeleri giyen birkaç adam Muhammad Abu Humus’un evine zorla girmiş. Onu Gazze’deki cinayetleri protesto etmesinden dolayı gözaltına almışlar. Adamlar kapıyı çaldıklarında sabahın dördüymüş ve tüm aile uyuyormuş. Eve girdikten sonra, onlar evi ararken, tüm giysileri, çarşaflarsı, oyuncaklşarı ve yerdeki mutfak gereçlerini fırlatırken, Abu Humus’un eşi Wafa ve çocukları Erfat (12), Shahd (9), Anas (6) Majd (3) evin bir köşesinde durmuşlar. Silahlı adamlar babalarını alıp giderken çocuklar yaşlı gözleriyle onları izlemişler.

Şans şu ki, uzun süredir barış aktivisti ve El Fetih üyesi olan Abu Humus, bizim kişisel arkadaşımız. 2001 yılında Ta’ayush Arap-Yahudi Ortaklığı’na katıldı ve o zamandan beri cansiperane biçimde sayısız barış gösterileri ve başka birleşik eylemler organize etti. Son sekiz yıl boyunca, birbirimizin evlerinde çok saatimizi geçirdik ve çocuklarımız birbirlerine saygı duyarak ve birbirlerini severek büyüdüler. Sadece bir ay önce Yigal’in oğlunun bir Kudüs sinagogundaki Bar Mitzvah(*) törenine katıldığına inanmak zor.

Muhammad ve Wafa Abu Humus çocuklarına yıllardır barış aşkı ve tutkusu aşılamaya gayret ediyorlar ve güvenlik güçleri bunu tahrip edememiş olmasına karşın, bir gecede oluşturdukları nefret küçümsenemez. Doğrusu, çocukları Yahudi komşuları hakkında ne düşünecek? Hangi duyguları besleyecekler? Ve Gazze’de ebeveynlerinin, kardeşlerinin, arkadaşların, komşularının öldürülmesine şahit olan çocuklardan ne bekleyebiliriz?

Filistinli çocukların üzerinde duruyoruz, çünkü pek çoğu geçtiğimiz ay öldürüldü ve dehşete düşürüldü. Hatta İsrailli çocuklar da acı çekti, özellikle de uzun zamanlarını bir roketle vurulmak korkusuyla sığınaklarda geçirenler.

Bu çekişmenin her iki tarafındaki çocuklara yollanan mesajlardan biri diğer tarafın kana susamış bir canavar olduğu. İsrail’de bu derhal birçok Yahudi lisesinde yapılan yapmacık anketlerde ikinci gelen şahin Binyamin Netanyahu ile birlikte baş aday olan zenofobik (yabancı düşmanı) Avigdor Lieberman’ın başkanlığını yaptığı Yisrael Beytenu Partisi tarafından kazanca dönüştürülüyor.

Bir başka deyişle, nefret bu savaşın büyük galibi. Irkçı kalabalıkları harekete geçiriyor ve futbol tezahüratının gösterdiği gibi masum çocuklarla basit bir empatiyi bile boşvererek diğerine kesinlikle yer bırakmıyor. İsrail’in savaş ağaları mutlu olmalı: bir sonraki savaşın tohumları kesinlikle ekiliyor.

(*) : Bu tören Yahudi erkek çocukları 13, kız çocukları ise 12 yaşına girdiklerinde, çocukluktan gençliğe geçişi temsil eder şekilde, bu durumu kutlamak amacıyla yapılır. Dini bir ritüeldir. Çocuklar bu törenden itibaren dini cemaate kabul edilirler.

Yigal Bronner: Chicago Üniversitesi’nde Güney Asya Dilleri ve Uygarlık Bölümü’nde ders veriyor.

Neve Gordon: İsrail’in Ben-Gurion Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölüm Başkanı ve California Üniversitesi Yayınları’ndan 2008 yılında çıkan “İsrail’in İşgali” kitabının yazarı. İnternet sitesi israeloccupation.com

http://www.counterpunch.org/gordon01272009.html adresinde yayımlanan Yigal Bronner ve Neve Gordon'un ortak yazılarından çevrilmiştir.


FMLN adayı güvence verdi

27 Ocak 2009 Salı


El Salvador’daki Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) lideri Mauricio Funes, başkanlığı kazanması halinde Salvador medyasına karşılıklı saygıya dayanan pürüzsüz ve açık ilişki önereceğini söyledi. Funes, “Medyayla ilişki kurmak için ideolojik yakınlık talep etmiyorum. Haber organlarının kendi editoryal çizgisine sahip olma hakkına sahiptir” diye konuştu. Funes, La Prensa Grafica gazetesine bazı haber organlarıyla anlaşmazlıklarının sahiplerince yapılan açıklamalara cevaben olduğunu, editörleri ya da köşe yazarları ile olmadığını açıkladı.

El Diario de Hoy gazetesinin sahibinin tavırlarının saldırgan olduğunu, ideolojik farklılıktan kaynaklanmadığını ifade ederek, Salvador’daki yayın yönelimlerine saygı duyacağının altını çizdi ve onlardan “editoryal veya ideolojik yakınlık” talep etmeyeceğini vurguladı.

Nitekim açıklamalarına göre “herhangi bir haber organına editoryal çizgisi için ayrıcalık tanımayacak”.

Özel anketçiler tarafından gerçekleştirilen anketlerde, gazeteler ve akademik kuruluşlar eski gazeteci Funes’in 15 Mart 2009’daki seçimler öncesinde favori olduğu konusunda hemfikir oldu.

Funes’in başkanlığını yürüttüğü Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN), 10 Eki 1980 tarihinde solcu gerilla örgütlerinin şemsiye örgütü olarak kuruldu. El Salvador’daki iç savaşın sona ermesi ve 1992’de barış anlaşmasının imzalanmasının ardından FMLN birlikleri tefsiye edildi ve örgüt yasal bir parti haline geldi. FMLN şu anda ARENA Partisi ile birlikte El Salvador’un önde gelen iki partisinden biri. 2004 ve 2005 yılında FMLN’den ayrılan bir grup üye ve Yasama Meclisi üyesi, FMLN’nin kendisini merkezde ve merkezin solunda tanımlamasını eleştirerek Demokratik Devrim Cephesi (FDR) isimli partiyi kurdu. FDR ise kendisini FMLN’nin devrimci mirasının parçası olarak tanımlıyor.

http://www.plenglish.com/article.asp?ID={98E08187-B4E9-4AF1-988C-1C206F2566DA})&language=EN adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.



BBC kendisini her yıl ciddi tartışmalar içerisinde buluyor, ama bu hepsinin annesi. Son fırtınanın özü bu. Birkaç gün önce İngiltere Felaket Acil Durum Komitesi, önde gelen 13 yardım kuruluşunu şemsiye grubu, Gazze’ye insani yardım için para kaynağını arttırmak amacıyla bir televizyon çağrısı başlatmak için ortaya çıktı. Bu şemsiye örgütü İngiliz Kızıl Haçı, Save The Children, Care International ve Oxfam gibi isimleri kapsıyor. BBC, çağrılarını yayımlamayı reddetti. Genel Müdürü Mark Thompson ve Sorumlu Yöneticisi Caroline Thomson iki gerekçe ile ortaya çıktılar. Kurumun “tarafsızlığı tehlikeye girecekti” ve BBC toplanan paraların doğru insanlara gideceğinden nasıl emin olabilecekti?

Olumsuz cevap ve BBC tarafından sunulan gerekçeler World Service’in (BBC haber birimi) sadık izleyicisi olan İngiltere’deki ve yurtdışındaki birçok insanı kızdırdı. Londra’da öfkeli gösteriler yapıldı. Pazar gününe kadar 10 binden fazla şikayet alındı ve sayı büyüyor. Bloglar ve gazetelerin web sayfaları kararı eleştiren mesajlara boğuldu. Önde gelen tüm siyasi partilerin liderleri kurumu eleştirdi. İsrail taraftarı politikalar yürüten hükümetteki bakanları da bunun içine kattılar. Hıristiyan rahipler ve İngiltere Yahudi toplumunun önde gelen üyeleri, BBC yöneticilerini kararlarını gözden geçirmeye davet ettiler.

York Başpiskoposu her şeyi “Bu tarafsızlıkla ilgili bir kavga değil, daha çok insanlıkla ilgili” diyerek özetledi. Piskopos durumu Cenova Konvansiyonu’ndan kaynaklanan yükümlülükleri kapsamında savaş esirlerinin İngiliz askeri hastanelerinde tedavi edilmesiyle karşılaştırarak, “BBC, İngiltere Felaket Acil Durum Komitesi’nin önerisini reddederek tarafsızlığından zaten vazgeçmiştir” diye konuştu.

Kararla hemfikir olan hiçbir BBC çalışanı tanımıyorum. Kurumun saygıdeğer eski Ortadoğu muhabiri Tim Llewellyn, 25 Ocak günü Observer gazetesindeki yazısında kararı “BBC’yi simgeleyen değerlere ihanet eden korkakça bir karar” olarak yorumladı. Bir başka eski muhabir John Kampfner ise Guardian’da yer alan bir haberde, birkaç onurlu istisna sayılmazsa, Gazze çatışması süresince İsrail sözcüsünün sorgulanmasının, geniş kitlelerce takdir edilen Channel-4 haberleriyle karşılaştırıldığında zayıf kaldığını söyledi. Kampfner’in fikri, İsrailli yetkililerin BBC yayınlarında nadiren samimiyetle sıkıştırıldığı yönünde.

23 yıllık BBC muhabirliğim süresince, kurumun dış baskıya dayandığı birçok durum oldu. 1956’daki Süveyş Krizi sırasında, Mısır saldırısının duraksamaya başlamasıyla birlikte İngiliz hükümeti BBC’yi kendi çizgisine çekmeye zorladı. Faaliyetinin durdurulabileceğine dair gerçek bir riske rağmen kurum bunu reddetti. Başbakan İndira Gandhi, 1970’te olağanüstü hal altında otoriter güçler elde ettiğinde, yabancı muhabirlere tüm haberlerini kayda geçmeden önce sansür memurlarına sunmaları emredildi. BBC Delhi Muhabiri Mark Tully, boyun eğmeyi reddetti. Haberlerini sansür memurlarına teslim etmek yerine ilk uçakla Londra’ya gitti.

1985 yılında İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, “teröristler propaganda oksijeninin özlemini çekmeli” açıklamasından 1 ay sonra, Kuzey İrlanda’daki İngiliz yönetimine karşı silahlı mücadele yürüten IRA’nın üst düzey isimlerinden biriyle röportaj içeren bir belgeseli olduğunu öğrendi. Thatcher hükümeti belgeseli yasaklamayı denedi, ancak sonuçta gösterildi. Komünist Necibullah yönetiminde BBC Afganistan muhabiri olduğum sürece, birkaç kez sınırdışı edilmekle tehdit edildim. Her seferinde, pasaportumu ilgili yetkiliye teslim ettim ve ondan bana bir çıkış vizesi ile sınırdışı emri vermesini istedim. İşverenimin desteğine sahip olduğumu biliyordum. Afgan hükümeti her seferinde tehditten vazgeçti.

Günümüz BBC’si neden böyle cesaretsiz? Sadece George W. Bush ve Tony Blair tarafından “teröre karşı savaş” başlatılmasından beri gazeteciler ve araştırmacılar üzerindeki aralıksız baskıdan dolayı değil. BBC’deki liderlik eksikliğini de bunda rol oynuyor. Kurum, tüzüğüne bağlı olarak ulusal çıkarlara göre yayın yapıyor. Bu zorunluluk en geniş olası amaçlarla yorumlandığında, “ulusal çıkar”ın anlamı izleyicilerin güveneceği kusursuz biçimde, saygı uyandıran ve dünyadaki olaylara en geniş kapsamlı bakış açısıyla hizmet etmek koşuludur. BBC’nin mevcut liderliği bu önemli görevde başarısız olmuştur. Ülkenin önde gelen yardım kuruluşlarının Gazze’deki insani çalışmalar için İngiliz devletinin kendisinin de bağışta bulunacağı para toplama çağrısı yayımlamasının reddinin anlaşılması birçok insan için zor.


Editöryal bağımsızlık zorbalığa direnmektir. Güçlüden gelecek baskılara karşı objektiflik yararına duyarlılıkların savunulmasını ve güçsüze doğru dürüst yer verme ihtiyacını gerektirir. Yıllar önce, çıkarlar ve verimlilik adına BBC, dünyadaki birtakım büyük şehirlerde geniş haber büroları kurma hamlesine başladı. Bu bürolardan biri Ortadoğu haberlerinin çoğunun yapıldığı Kudüs’te. Gazze çatışmaları, İsrail tarafının güvenliği altındaki cepheden kilometrelerce uzaktaki kameraların önünde ve İsrailli gözetçilerinin sıkı gözetimi altında bulunan BBC muhabirleri tarafından haber yapıldı. Bugün İsraillilerin BBC üzerinde mutlak gücü var ve onları gücendirmemek için her yolu deniyor.

Dünyanın en iyi yayıncısı olan BBC, itibarı için mücadele ederken, diğer İngiliz haber satıcıları Gazze için yapılan çağrıyı yayımlamayı kararlaştırdı. Felaket Acil Durum Komitesi’nin, yardımların doğru kişilerin eline geçmesi için kendilerinin gereğini yapacağına dair güvencesini kabul ettiler. Yardım Komisyonu bu güvenceyi destekliyor. Ve BBC genel müdürü dışlanmış durumda. Üst düzey yöneticiler kendi kendilerini, kanallarındaki “mükemmel yayınlarından” dolayı kutluyor. Ama kurum yeni medya oyuncuları Al Jazeera English ve Pres TV ile karşılaştırıldığında yetersiz bulunuyor. Gazze çağrısı üzerine kopan son fırtınayla, BBC ahlaki yüksek dayanaklarını da riske atıyor. İngiliz Radyo-Televizyon Yayıncılığı Kurumu (BBC) bunu reddederken, Al Jazeera’nin İngiliz Felaket Acil Durum Komitesi’nin çağrısını yayımladığını tasavvur etsenize.

Deepak Tripathi: Eski bir BBC çalışanı, araştırmacı ve yazar.

http://counterpunch.org/tripathi01262009.html adresinde yer alan yazıdan çevrilmiştir.

Bolivya’da Pazar günü yapılan referandum ile oylanan yeni anayasa halkın yüzde 61.97 oranında desteğini aldı. Anayasaya yüzde 36.52 oranında “hayır” oyu çıkarken, oyların yüzde 1.51’i ise geçersiz sayıldı. Anayasanın kabul edildiği bölgeler La Paz, Cochabamba, Oruro, Potosi, Tarija ve Pando olurken, Santa Cruz, Beni ve Chuquisaca ise anayasaya destek vermedi. Anayasanın kabul edilmesinin ardından Murillo Meydanı’nda toplanan binlerce kişi, Devlet Başkanı Evo Morales, Başkan Yardımcısı Alvaro Garcia Linera ve Sosyalizme Doğru Hareketi’nin (MAS) diğer önde gelen isimleri başkanlık sarayının balkonuna çıkana kadar Morales’e destek sloganları attı. “Bu şansı Bolivya’nın tüm kardeşlerini, yoldaşlarını, oylarıyla, demokratik katılımlarıyla anayasanın kabulüne vesile olan tüm yurttaşlarını selamlamak için kullanmak istiyorum” diye konuşan Evo Morales sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bolivya halkının bilinci sayesinde neoliberaller, hainler sürekli yıkılırken 2005’ten 2009’a dek zaferden zafere koştuk. Ve bir şeyi bilmenizi istiyorum, sömürgeci devlet burada sona erdi. İç sömürgecilik ve dış sömürgecilik burada sona erdi. Kardeşlerim, neoliberalizm de burada sona erdi. Ve şimdi Bolivya halkının bilinci sayesinde doğal kaynaklar hayat için yeniden kazanıldı; hiçbir hükümet, hiçbir yeni başkan bizim doğal kaynaklarımızı çokuluslu şirketlere hediye edemez.”

Anayasanın kabulü, Bolivya sağının güçsüzlüğünün bir işareti olarak kabul edilirken, bu kabul muhtemelen sağı bölüp daha fazla zayıflatacak. Morales’in rakiplerinden ve Cochabamba’nın eski belediye başkanı olan Manfred Reyes Villa, Washington Post muhabiri Joshua Partlow’a yaptığı açıklamada “Bugün ülkede ciddi bir muhalefet mevcut değil” dedi. Sağcılar, Eylül 2008’de Pando bölgesinde şiddet olaylarına neden olduktan ve 20 kişi ölüp birçok kişi de yaralandıktan sonra meşruluklarını ve desteklerini yitirdiler. Bolivya’nın Birleşmiş Milletler’deki eski bir yetkilisi olan George Gray Molina, “Pando’daki bölgesel muhalefet de şimdi çöktü. Kendi tabanları arasında bile otoritelerini ve meşruluklarını kaybettiklerini düşünüyorum” diye konuştu.

Benjamin Dangl’ın http://towardfreedom.com/home/content/view/1515/1/ adresinde yer alan izlenimlerinden özetlenerek tercüme edilmiştir.

Eylemciler yiyecekleri raflardan aldılar ve müşterileri “Y kuşağının”(*) durumuna dikkat çekmek için kendileriyle yemek yemeye davet ettiler.

Kesinlikle bu haftada bir gün, Paris’te veya çevresinde bir yerlerdeki bir süpermarkette, birkaç düzine genç Fransız eylemci bir koridor seçecek, bir müzik takacak ve raflardan ne istiyorlarsa alarak pikniğe başlayacak. “L'Appel et la Pioche” grubu, yeniden saldıracak, meyve-sebze, mandıra veya balık tezgahı global kapitalizme, azgın tüketime, banka kurtarmalara, sağlıksız barınmaya, pahalı yiyeceklere ve dünyada yanlış olan her şeye karşı ani bir protestoya dönüştürülecek.

“Süpermarket pikniği” sürebildiğince –güvenlik eylemcileri dışarı atana ya da polis gelene kadar- sürecek. Müşteriler, raflardan istedikleri şeyleri alarak veya sadece cipsler, şekerlemeler ya da kaliteli meyveler arasından hafif gelen şeyleri alarak buna katılmaya davet edilecek.

L'Appel et la Pioche”, şimdiye kadar dört kez baskın yaptı ve son derece etkili bir protesto yöntemi olan taleplerini durdurmaya niyetleri yok.

Grubun 26 yaşındaki lideri Leïla Chaïbi “Herkes mitinglerden sıkıldı ve sabah 6’da markette bildiri dağıtmak ne etkili ne de eğlenceli. Bu eğlenceli ve neşeli, korkutucu değil, basını da cezbediyor. Bu, mesajımızı karşı tarafa ulaştırmanın en kusursuz yolu” diyor.

Kendini politikaların ve eylemciliğin yenilenmesine adayan yeni bir sol partiyle bağlantılı olan Chaïbi’nin grubu, sadece radikal bir özentiden fazlasını ortaya koyuyor ve ülke çapında ilgi çekiyor.

Stajyer gençlerin ücret almaları ve daha iyi koşullarda çalışmaları için mücadelelerin emektarı olan Chaïbi, sistem tarafından ihanete uğradığını hissende olan milyonlarca genç Fransız erkeği ve kadınını temsil ettiklerini iddia ediyor.

Grubun bir başka üyesi olan 34 yaşındaki Victor, “Biz oyunu oynadık, çok çalıştık ve iyi eğitim aldık, çünkü bize bunun sonunda iyi bir iş ve daire sahibi olacağımız söylendi. Ama bu doğru değildi. Gerçek bir iş ve düzgün bir dairemizin olmasının önünde büyük zorluklar var.” diyor.

Halkla ilişkiler alanında kısa süreli anlaşmalarla çalışan ve şimdi iş arayan Chaïbi, Observer’a grubun isteklerinin sınırlı olduğunu söyledi ve “Ben maaş olarak ayda binlerce euro istemiyorum ya da 5 odalı büyük bir daire istemiyorum. Sadece doğru dürüst şeyler istiyorum” dedi.

Son yıllarda, Fransa’nın “Y kuşağının” veya “bebekken yenilenlerinin” problemleri manşetlere çıkıyor. Diğer birçok Avrupalı toplumlar gibi, on yıllarca süren büyümeden sonra, belki de yüzyıllardır ebeveynlerinden daha düşük yaşam standartları olan gençlerin ik sahne alışları. Son araştırmalara göre, 1973’te üniversiteden yeni mezun olanların sadece yüzde 6’sı işsizken, bugün oran yüzde 25-30 civarında; malların fiyatları ikiye, üçe katlanırken maaşlar 20 yıl boyunca sabitlendi; 1970’de 50 yaşındaki insanların maaşları 30 yaşındakilerden sadece yüzde 15 yüksekti, şimdi ise bu uçurum yüzde 40. Gençler aynı zamanda büyük ihtimalle ekonomik krizden ağır zarar görecekler.

Çalışmanın yeni yöntemleri, aynı zamanda gösteri yapmanın da yeni yöntemleri anlamına geliyor. Chaïbi, “Biz zaten kısa süreli sözleşmelerin belirsizliği altındayız, bu nedenle greve gitmemizin anlamı yok. Ama bir süpermarket çok kamusal ve medyanın eylemlerimizi çekmek için orada olacağından eminiz” diye konuşuyor.

Grup şimdiye kadar tepkilerin iyi olduğunu belirtiyor. Eylemciler, Paris banliyölerinde bir süpermarkette, kasiyerlerin etraflarında kendiliğinden bir alkış çemberi oluşturduğunu söylüyor. Başka bir yerde de özel güvenliklerin “dostça” yaklaştıklarını. Fransa’nın her yerinde “pouvoir d'achat”ın (durağan ücretlerin alım gücünün) zayıflaması kızgınlık için bir neden.

Ekonomik kriz öfkeyi daha çok ateşleyecek. Yine de henüz İngiltere’yi vurduğu kadar kötü değil, daha sıkı düzenlemelere ve çok daha düşük bireysel borçlanmalara rağmen Fransız işyerleri bu yıl hâlâ işten çıkarmalarda çok büyük yükseliş bekliyor. Sendikalar, yedek işgücü tehdidine karşı büyük ölçüde pasifler, işleri korumak için iş yavaşlatma eylemlerini kabul ediyorlar.

Fransız Sosyalist Partisi’nin kargaşa içinde olmasıyla birlikte, soldaki protestoların alternatif biçimleri, özellikle partiden ayrılmış ve karizmatik postacı Olivier Besancenot’nun öncülük ettiği bir grup baskınlar yapmakta. Evsizlerle ilgili veya göçmenlerin sınır dışı edilmelerine dair protestolar kavgalara ve ideolojik tutarsızlığa saplanan Sosyalist Parti’den bağımsız olarak gerçekleşiyor.

Jeudi Noir adlı yeni bir grup da Paris’teki boş binaların arazilerinde organize oluyor. Apartman daireleri için gazetelerde seri ilanların görünmesiyle “Kara Perşembe” olarak adlandırılan günün ardından, eylemciler Left Bank’ın kalbinde neredeyse 5 yıldır boş duran bir kliniği işgal ettiler.

Şimdi eski klinik odalarından birinde yaşayan 28 yaşındaki Julien Bayou, “Bu sadece kendime yaşayacak bir yer bulmak değil. Politik bir etki yaratıyoruz. Biz sadece birçok insanın yaşayacak yere ihtiyacı varken kusursuz durumdaki bir yapının yıllarca boş durmasının yanlış olduğunu düşünüyoruz” diyor.

Chaïbi, eski kliniğin mutfağında yaşıyor. “Bu sadece süpermarketlerle ilgili değil. Bu, sistemle savaşmakla ilgili” diyor.

Haber: Jason Burke

(*): Çoğunlukla 1980 sonrasında doğan ve aşırı tüketime, reklamlara gözü kapalı inanmaya eğilimli kuşağa verilen isim.

http://www.commondreams.org/headline/2009/01/25-3 adresinde yer alan yazıdan çevrilmiştir.

Daha önce yapılan eylemlerin görüntüleri için: http://lappeletlapioche.blogspot.com/

Gideon Levy: Ilımlı kalmadı!

25 Ocak 2009 Pazar

Başbakanlık yarışında önde giden üç aday da radikal. Tzipi Livni ve Ehud Barak Gazze’deki savaşa gitti ve bu nedenle ellerinden geldiği kadar radikaller. Benjamin Netanyahu ise sadece söylemde daha radikal.

Bu seçim kampanyasında yoldan çıkmaya ve Livni’yi de Barak’ı da “radikal” Netanyahu’nun aksine ılımlı olarak saymaya neden olmamalıyız. Bu bir kandırmacadır. Merkez ve solda yer alan partiler, Kadima ve İşçi Partisi iki yıl içerisinde iki korkunç savaşa neden oldular. Netanyahu da şimdiye kadar bir kez savaşa girdi. Doğru, Netanyahu diğer ikisine göre daha radikal konuşuyor, ancak “ılımlılar” radikal, saldırgan tutumlar takınırken şu ana dek bu sadece kelimelerde oldu.

Kadima’nın seçim duyurusu “Bibi (Netanyahu), inanılmaz ve korkunç biçimde sağcı” diye iddia ediyor. Öyle mi? Livni ve Barak tastamam aynı. Gazze’deki savaşa bulaşmış hiçbir insan şu anda barıştan bahsedemez. Filistinlilere acımasız bir darbe vuran bu kişilerin, onların arasına sadece daha çok nefret ve korku tohumu ekenlerin, bu insanlarla barış yapmak niyetleri yoktur. Sivil halkın üzerine beyaz fosfor bombası atılmasından ve binlerce evin yok edilmesinden sorumlu olanlar önümüzdeki günlerde iki ülkenin yan yana barış içinde yaşaması hakkında konuşamazlar.

İşgalin sona erdirilmesine dair şimdiye kadar bu görevdeki biri tarafından yapılmış en cesur açıklamaları yapan Ehud Olmert, insafsız saldırı sırasında bunları kendi kendine boş klişelerin alaycı gevezeliğine döndürdü. Barışı istediğine şimdi kim inanacak? Ve Barak ya da Livni’ye kim inanacak?

Bu savaş bize “farklı politikalar” sözünü veren kadının, Livni’nin maskesini düşürdü. Livni, Dışişleri Bakanı olarak İsrail’in aydınlık yüzünü göstermekle yükümlüydü, kibirli, şiddetli ve vahşi yüzünü sunmayı tercih etti. Savaş süresince İsrail’in “vahşice” hareket etmesiyle övündü, Hamas’ı cezalandırmakla tehdit etti ve ateşkesin “İsrail ne zaman isterse” o zaman yürürlüğe gireceğini açıkladı. İlgilendiği kadarıyla, orada dünya yok, ABD ve Avrupa yok, BM Güvenlik Konseyi yok, kan kaybeden ve yenilen bir diğer taraf yok, sadece İsrail karar verir. Şimdiye kadar hiçbir Dışişleri Bakanı böyle konuşmamıştı. Erkeksi, militarist, hatta maço sayılması için yaptığı acınası denemelerde, gece 3’te telefon çaldığında ne diyeceğini bilen birinin duruşuyla, Livni kelimeleri ve davranışlarının çevresindeki radikal militarist erkekler tarafından benimsenenlerden hiçbir farkı olmayan başarısız bir Dışişleri bakanı olarak meydana çıktı. Bir savaşa girmeye hevesli olan ve beraberindeki cinayetleri göze alan Kadima’ya oy veren her kimse sağa oy vermiş olacak.

İşçi Partisi’ne oy vermek de savaşa ve onun iğrençliklerine oy vermektir. Bu savaşın mareşali, Ehud Barak, kendisini her zaman bir arada yaşamak, siyasi düzenlemeler yapmak ve diplomasi hakkında konuşmaya dair ahlâki haktan mahrum bırakmıştır. Eğer gerçekten bunlara inansaydı, savaşa girmeden önce onlara bir şans vermiş olacaktı, sonrasında değil. Orduyu savaşa Barak soktu ve bunun faturasını İsrail’deki Arap partilerinin yasadışı etme konusunda en radikal, aşırı sağcı partilere katılan “solcu” partisiyle birlikte Barak ödemeli.

Avigdor Lieberman, Netanyahu, Livni ve Barak’ın hepsi bir, hepsi demokratik olmayan bir karara destek oyu verdi. Ve Lieberman vasıtasıyla alarma geçmediler, o da sadece konuşuyor. Ama o en azından barak yaylım ateşini ve yalanlarını harcarken çok dürüst davrandı.

Diyelim ki, bu sahtekârlar hâlâ dünya liderlerinin desteğinden faydalanıyorlar, ama dünya çevresindeki birçok insan için onlar savaş tüccarı ve savaş suçu zanlısı haline geldiler. Diplomatik dokunulmazlıkları onları koruyacak, ama bu liderlerin kanlı elleriyle bizi temsil etmelerini kim ister?

Adaylar arasında hiçbir ideolojik farklılık olmaması daha az acı veren bir gerçek değil. Barak ve Livni’nin kuvvetlenmelerine ve onları birbirlerinden hangi kahrolası şeyin ayırdığını açıklamalarına izin verelim. Kimin savaştan nemalanabileceğine dair tartışmadan ayrı olarak, hangi ideolojik görüşlere göre davranıyorlar?

Onların karşı cephesinde Netanyahu var. O ne teklif etmeli? “Ekonomik barış”. Onun endişe ettiğine göre yeterli olmayan bu savaş sonrasında, onun doktrini her zamankinden bile saçma geliyor.

Seçime, birbirinden zorlukla ayırt edilebilen üç partinin lideriyle böyle giriyoruz.

Her zaman söylerdik, “Arap dünyasında ılımlılar yok”. Şimdi biz de buna sahip olmayanlardanız. Oylayacağınız gibi oylayın, ama kendinizi kandırmayın. Kadima’ya, İşçi Partisi’ne ve Likud’a atılan her oy, son savaşın onaylanması ve bir dahaki savaşa verilen bir oydur.


Gideon Levy'nin http://www.haaretz.com/hasen/spages/1058462.html adresinde yayımlanan köşe yazısından çevrilmiştir.


İsrail’in 1982’deki Lübnan saldırısını konu alan “Waltz with bashir” isimli mükemmel animasyon belgeseli izledim. Film, Güney Beyrut’taki Sabra ve Şatila mülteci kamplarındaki 1700’den fazla Filistinlinin, katliamı yakından izleyen İsrail ordusu tarafından öne sürülen Hıristiyan milisler tarafından katledilmesiyle sona eriyor.

Filmin son birkaç dakikası, animasyondan mermilerle delik deşik edilen aile üyelerinin bedenlerini bulan Filistinli kadınların acı ve korkuyla çığlık atmalarını gösteren grafik haber çekimine dönüşüyor. Derken, kadınların hemen arkasında cinayetten az sonra kampa ulaşan bir grup gazeteciyle birlikte yürüyen kendimi görüyorum.

Film, Sabra ve Şatila’da bir asker olarak bulunan yönetmen Ari Folman’ın, hem kendine ne olduğuna dair bütün belleğini neden bastırdığını hem de İsrail’in katliamdaki suç ortaklığı derecesini ortaya çıkarmayı nasıl denediğiyle ilgili.

Sinemadan çıkarken, bu berbat güne dair kendi belleğimi büyük ölçüde bastırdığımı fark ettim. Kupür albümümde, olay sonrasında çalıştığım Financial Times için orada ne gördüğüme dair yazdığım yazıyla ilgili bir kupür bile bulamadım. Hatta hafızam şimdi bulanık ve düzensiz, yine de çürümeye başlayan cesetlerin iç bayıltıcı tatlı kokusunu, ölü kadın ve çocukların gözlerinin etrafındaki sinek kümelerini, isteksiz bir ceset gömme denemesinde buldozerlerin yığdığı topraktan çıkan kana bulanmış uzuvları ve kafaları açık seçik hatırlayabiliyorum.


Waltz with Bashir’i izledikten az sonra, televizyon görüntülerinde Gazze’deki 22 günlük bombardımanda İsrail bombalarıyla öldürülen Filistinlilerin parçalanmış bedenlerini gördüm. İlk anda Sabra ve Şatila’dan sonra çok az şeyin değiştiğini düşündüm. Bir kez daha İsrail’in bir türlü suçlanmaması için bitkin ve saldırgan bahaneleri vardı. Hamas sivilleri canlı kalkan olarak kullanıyor, nasıl olsa –bu görüş daha sinsice üretildi- Gazze’nin üçte ikisi Hamas’a oy vermişti ve bu nedenle başlarına gelen her şeye layıktı.

Fakat Kudüs’e 10 yıl sonra döndüğümde, 1995-1999 yılları arasında The Independent’ın oradaki muhabiri olarak görevlendirildim ve İsrail’in belirgin biçimde olumsuz yönde değiştiğini anladım. Olması gerekenden çok daha az muhalefet vardı ve böylesine bir muhalefet çok sıklıkla hainlik olarak kabul ediliyordu.

İsrail toplumu genellikle içine kapanıktır ama bugünlerde bu bana 1960’ların sonlarında Kuzey İrlanda’daki “Birlikçiler”i ve 1970’lerde Lübnan’daki Hıristiyanları her zamankinden fazla hatırlatıyor. İsrail gibi, her ikisi de başka insanları öldürdüklerinde kendi kendilerini kurban olarak görmelerine neden olan son derece geliştirilmiş kuşatma anlayışına sahip topluluklardı. Vicdan azabı, hatta diğerlerini neye çarptırdıklarına dair bilinç bile yoktu ve bu nedenle karşı taraftan gelen bir misilleme mantıksız nefretten esinlenen sebepsiz saldırı olarak görünüyordu.

Sabra ve Şatila’da katliama dair bilgileri ilk ortaya çıkaran gazeteci İsrailliydi ve katliamın durdurulması için umutsuzca çabalamıştı. Bugün bu olmayacaktı, çünkü tüm yabancı gazetecilerle birlikte İsrailli gazetecilerin Gazze’ye girişleri İsrail bombardımanı başlamadan önce yasaklanmıştı. Bu uygulama, hükümetin operasyonun ne büyük bir başarı sağladığına dair resmi çizgiyi kabul ettirmesini çok daha kolay hale getirdi.

Kimse propagandaya propagandacı kadar fazla inanmaz, dolayısıyla İsrail’in dış dünyaya bakışı gitgide artan biçimde gerçeklikten kopuyor. Bir akademisyen Arapların tüm bakışlarını İsrail’de ne olduğundan alıp İsraillilerin kendileriyle ilgili ne söylediğine aldığını söylüyor. Böylece, eğer İsrailliler 2006’da Lübnan’da olanın aksine Gazze’de galip geldiklerini söylerlerse Araplar buna inanacaklar ve caydırıcılık bu sayede sihirli biçimde onarılacak.

Muhalefete hoşgörüsüzlük büyüyor ve yakında çok şey kötüye gidebilir. 1996-1999 arasında son Başbakan olduğunda Filistinlilerle yapılan Oslo Antlaşması’nın gömülmesine yardım eden Benjamin Netanyahu 10 Şubat’ta yapılacak seçimleri büyük ihtimalle kazanacak. Hâlâ şüpheli olan tek konu aşırı sağın kazancının boyutu. Bunların görüşü bu hafta iki İsrailli Arap partisinin seçimlerden men edilmesini destekleyen ve anketlere göre seçimlerde iyi sonuç alacak olan Ysrael Beitenu Partisi Genel Başkanı Avigdor Lieberman tarafından sergilendi. Lieberman, “İlk kez sadakat ile hainlik arasındaki sınırı inceliyoruz” diyerek temsilcilerine gözdağı verdi.. “Sizinle Hamas’la anlaştığımız gibi anlaşacağız.”

http://counterpunch.org/patrick01232009.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Patrick Cockburn: Financial Times ve The Independent gazetelerinin Ortadoğu muhabiri olan İrlandalı gazeteci. Babası tanınmış sosyalist yazarlardan Claud Cockburn. “İşgal: Irak’ta Savaş ve Direniş”, “Küllerinin Üzerinden: Saddam Hüseyin’in Dirilişi” (kardeşi Andrew Cockburn ile birlikte), “Muktada: Muktada El-Sadr, Şii Dirilişi” ve “Irak için Uğraşmak” kitaplarının yazarı.



Bir mektup, benim Batı’daki köktenci saldırıları teşvik ettiğimi söylüyor. Editöre Mektuplar köşesinde görmediğiniz bir posta. Öncelikle, mektupta okurlardan Jack Hyde bana İsrail’in Gazze katliamını arkasında olası (gerçek) neden hakkında bir tüyo veriyor. Zarfa Ottawa Üniversitesi’nden ekonomist “İsrail güçleri tarafından Gazze Şeridi’ne yapılan askeri müdahale açık denizlerdeki stratejik gaz rezervlerini kontrolü ve sahipliği ile doğrudan ilişki taşıyor” diyen Michel Chossudovsky’den bir rapor da eklemiş. Bu kesinlikle komplo değil. Ama bu Obama ve onun erkekleri ile kadınlarının önümüzdeki birkaç gün içinde inceleme ihtiyacı duyabilecekleri şey.

Chossudovsky’ye göre, Yaser Arafat’ın Filistin Özerk Yönetimi tarafından 1999 yılında Gazze kıyılarındaki petrol ve arama hakkı 25 yıllığına British Gas ve onun görünüşe göre iki Lübnanlı ailenin sahibi olduğu Atina merkezli ortağı Consolidated Contractors International Company şirketlerine verilmiş. Gazze-İsrail sahil şeridindeki petrol rezervlerinin yüzde 60 kadarı Filistin’e ait.

Fakat Hamas’ın 2006’daki seçim zaferinden ve 2007’de Gazze’deki darbesinden beri, Batı Şeria’da mahsur kalan zavallı yaşlı ‘Devlet Başkanı’ Mahmud Abbas, Akdeniz’i sadece Cenin yakınlarındaki bir tepeden görebiliyor olmasına rağmen Hamas hükümeti by-pass (bertaraf) edildi. Birçok müzakereden ve İsrail ‘savunma’ yetkililerinin Filistinlilerin gaz karşılığında ürkütücü Hamas’a gitmesi olası nakit para yerine mal ve eşyalar almayı tercih edebileceğini iddia etmelerinin ardından, Gazze’deki kuyulardaki Filistin gazının İsrail’in Askhelon (Aşkelon) limanına sualtı boru hatları vasıtasıyla iletilebileceği hükmünü içeren, gaz satışlarının kontrolünü İsrail’e devreden anlaşma önerilmişti.

Ancak Haziran 2008’de, yani İsrail gazetesi Haaretz’e göre İsrail’in Gazze istilasına dair planlarının başladığı zaman İsrail, British Gas’a aniden görüşmeleri yeniden başlatmayı teklif etti. Ve Chossudovsky’nin söylediği gibi, Gazze’nin açık deniz alanlarından doğalgazın satın alınması için görüşmeler yeniden başladı. İsrail tankları şimdi Gazze Şeridi’nin dışına sürülüyor, ancak İsrail deniz araçları hâlâ sahili kontrol ediyor ve burada bariz bir soru ortaya çıkıyor: İsrail Batı Şeria’daki Filistin topraklarını elinde tutarak uluslararası hukuku ihlal edebiliyorsa, Gazze’deki Filistinlilere ait gaz sahalarının egemenliğini nende elinde tutamasın? İsrail, Kudüs’ü ilhak edebiliyorsa Gazze’nin deniz sahasını neden ilhak etmesin?

Daha az erdemli bir malzeme şu anda posta çantamda bulunuyor. Lübnanlı arkadaşlarım bana Filistinli kadınların İsrail’in iğrenç kontrol noktalarında beklediği ve İsrailli askerlerin Filistinlilere ateş ettiği fotoğrafların Yahudi soykırımı arşiv fotoğrafları ile “karşılaştırıldığı” bir blogu gösterdiler. Ancak eski fotoğraflardaki kadınlar ve çocuklar utanç verici Auschwitz ölüm yokuşunda sıralanmıştı ve silahını ateşleyen Nazi askerinin siyah-beyaz görüntüsü, orijinal fotoğrafın sağındaki iki figürü silmek için ustaca kırpılmıştı (kadrajlanmıştı): çocuğunu tutarak çömelmiş arkadan vurulan bir Yahudi kadını. Evet, İsraillilerin Gazze’de savaş suçu işlediğine inanıyorum. Ve Lübnan’da. Ancak Filistinlilerin bu kıyaslaması düpedüz kendi kendini baltalamaktır, çünkü yalan üzerine kurulmuş.

Mesela “Ein Karem, Kudüs mültecileri”nden gelen ve posta zarfımın dışına düşen el ilanından ne anlamalıyım? Aslında İsrail’in etnik temizlikteki ilk eyleminde 1948 Filistin’inden sürülen bu Filistinliler, Gazze ve Filistin’deki son olaylardan dolayı İsrail “parçalara ayrılmalıydı”, çünkü “İsrail güçleri tarafından yapılan vahşi eylemler İkinci Dünya Savaşı’nda işlenenlerden çok ötedeydi.” Siz tanrılar! İkinci Dünya Savaşı sırasında 60 milyon insan katledildi ve öldürülen Yahudi sayısı mülteciler de dahil bugünkü bütün Filistinlilerin sayısına eşit.

Ancak bu, etrafta dolanan tek saçmalık değil. Benim “orantılılığın bayatlamış esprisini” kullanarak “aşırı köktencileri batı ülkelerinde saldırılarını sürdürmeleri için kışkırttığımı söyleyen”, yazarının ismi ve adresi yazılmamış bir mektup geldi. Müslümanların Gazze’deki İsrail vahşetiyle çileden çıkarıldığını umursamayan okur bana şunu soruyor: “Son savaşta İngilizlerden çok daha fazla Alman sivili öldürülmedi mi? Bütün İngiliz komutanları savaş suçlusu olarak mı gösterilmeliydi? Abuk sabuk konuşma!”

Tabii ki bu eski bir uydurma. Şimdi, görünen o ki, öldürülen her 1 İsrailliye karşılık Gazze’de 100 Filistinliyi öldürmek sorun değil, çünkü “biz” İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların öldürdüğü İngiliz sivillerinden daha fazla Alman sivilini öldürdük. Burada, Almanlar incelikle nasıl Filistinliler haline geldiğine, İsraillilerin (ve merhametsiz komutanlarının) nasıl hava Mareşali Haris kimliğine sokulduğuna dikkat edin.

Bu hafta Wimbledon’daki bir adresten gelen ve Beyrut büroma ulaşan, tamamen tırnak içine alınmayı hak eden çok daha şaşırtıcı bir mektup var:

“Sevgili Bay Fisk, geçenlerde French News Tv ile yaptığınız bir mülakatı gördüm. Sahip olduğunuz büyük uzun burunu (aynen böyle yazıyordu) görünce hayrete düştüm. Hamas Neo-Nazi canilerinin bir dahaki sefere İsraillilerden gizlenmek için bunu kullanacağı doğru mu? Saygılarımla…”

Bir kez daha Filistinliler, Alman Nazileri haline geliyordu. Bu ırkçı pisliği yanıtlar mıyım? Evet, yasal işlerin olağan tehdidiyle az çok yaparım diye düşündüm. Ama kesinlikle –mülakatı yapan muhabirle tekrarlanmış bir taahhüt olarak- İkinci Dünya Savaşı’ndan söz etmeyeceğime söz veriyorum.

http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fisk-plots-sense-and-nonsense-the-view-from-the-post-bag-1514542.html adresinde yayımlanan yazıdan çevrilmiştir.

Robert Fisk: İngiliz gazeteci ve yazar. The Independent gazetesi Ortadoğu muhabiri. Hayatının 30 yılını Ortadoğu’da geçirdi. “Büyük Uygarlaştırma Savaşı: Ortadoğu’nun Fethi”, “Dönüş Olmadığının İşareti: İngiltere’yi Ulster’de İflas Ettiren Savaş”, “Savaşın Çağında: İrlanda, Ulster ve Tarafsızlığın Bedeli”, “Ulusa Acımak: Savaştaki Lübnan” ve “Savaşçının Çağı: Seçilmiş Yazılar” kitaplarının yazarı.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi